23 Mayıs 2011 Pazartesi

ANNEMANNEM ANNANEM

Annanemi çarşafın iki ucundan tuttukları gibi, öylece alıp yürüdüler koridorda... 'durun acıtacaksınız!' diye bağırdığımı sonradan fark ettim. Kadınlardan şişman olanı dönüp yüzüme baktı. Önüme eğdim başımı. Annanemi son görüşümdü bu.
Çocukken herkesten çok sevdiğim, herkesten çok üzdüğüm, genç kızken durmadan tartışıp zaman zaman da nefret ettiğim ve son on yıldır yanında gereğinden beş dakika fazla kalamadığım ama aslında hep yanımda olamasını istediğim annanem koydukları tabutta bir tahterevana kurulmuşçasına salına salına gidiyordu.Yüzyıla yakın zamandır anlatıp durduğu, yarısı hayal ürünü, yarısı gerçek tozlu öyküleri, dedemin tüm hatıraları, içime baygınlık veren kendine özgü değerleri, öğütleri, sorgu ve sorularıyla yani, benim tüm çocukluğumu da alarak gidiyordu.
Ben, dünyada herşeyden çok sevdiği torunu, onu yeterince sevememiş, belki sevmiş ama yeterince gösterememiş, onu yaşayamamış, anlayamamış olmanın verdiği eziklikler ve pişmanlıklarla, artık çok geç olduğunu bile bile, abartılı bir özenle bu son yürüyüşe refakat ediyordum. Şu anda ne kadar çok özen gösterirsem beni o kadar çok ve çabuk affedecekti sanki...
Annanem ne benden ne de başkasından ilgiden öte hiçbir şey istememişti. Kimseye maddi açıdan yük olmamış, hatta hepimize o minicik üç aylığı ile yardım etmişti. Onun kediyi bile doyurmayacak üç aylığından nasiplenmeyen, fayda görmeyen yok gibi birşeydi. Başı sıkışan ona koşardı. Hele ben... Ne zaman başım sıkışsa kıyıda köşede bir kefen parası bulunurdu. İşte bu üstündeki o kefen...
Hiç hesap sormaz, hiç şikayet etmez ama dırıltısı da hiç bitmezdi. Bizden hep ona veremeyeceğimiz tek şeyi,  o pek değerli zamanımızı ister dururdu. Başka şeyler isteseydi çok kolaydı ama biz ego çingeneleri vaktimizden ve kendimizden başka herşeyi vermeye hazırdık da bir anlık zaman, biraz sabır çok zor kopuyordu gönlümüzden... Sanki o başka bir dünyanın insanıydı, biz başka... Onun dünyasının değişik renklerinde ve değerlerinde de bir tat olduğunu, demek bu çarşafın içinde tanımadığım adamlar tarafından götürülüp, tanımadığım kadınlar tarafından yıkanırken anlayabilecektim... Korkusu hala yüzünden okunuyordu. Korktuğunu biliyordum...
Annanemin gözünde makbul insan beyaz tenli olurdu. Annanemin göçmen beyazı ailesine hepimiz kara kuru adamlar sokmuştuk. 'korkma' derdim. 'ben sana bembeyaz bir torun getireceğim.' Sevinirdi. Bunu bile başaramamış olmamın isyanıydı bu...Annanemin, yanında ben yokken ölmüş olması çok dokunuyordu. Götürürlerken bana doğru bir rüzgar esiyordu. Bana dokunuyordu sanki...
Mavi gözlü güzel annanem. Onu son yıkadığımda o bembeyaz buruşuk tenini ben morartmıştım. Onu banyoda düşürdüm tutamadım. Canım o kadar yandı ki. Onu son kez yıkarlarken kolunda hala morluğu duruyordu. Çok güzeldi, hala çok güzeldi.
Benim annanem çok zeki bir kadındır. Gittiği yer her neresiyse oradan da beni görecek, bana bir el uzatacak bir yol bulur. Hadi annanem uzat şu elini, yardım et.
ANNEM ANNEM ANNANEM!
Bugün fark ettim ki annanemle bir tane bile resmimiz yok. Çünkü resimleri hep ben çekmişim.

11 Mayıs 2011 Çarşamba

KARŞINDAKİNİN YERİNE GEÇ, YENİDEN BAK!

Bugün sizlere ortaokul sıralarından zihnimde kalan ufak bir hatıradan bahsetmek istiyorum.
Ortaokuldayken sınıf arkadaşlarımdan birisiyle ciddî bir tartışmaya girdim. Onun haksız olduğundan emin olduğum kadar, kendi haklılığımdan da kesinlikle emindim. Çok sevdiğim İngilizce öğretmenimiz Mustafa Uslu bizi bütün sınıfın önüne çıkardı ve onu masanın bir tarafına, beni de diğer tarafına yerleştirdi. Masanın tam ortasında yuvarlak bir nesne vardı. Siyah renkli bir nesne. O çocuğa nesnenin rengini sordu. Çocuk, "Beyaz!" diye cevapladı. Söylediğine inanamadım, çünkü nesne siyahtı. Yeniden tartışmaya başladık, bu defa da nesnenin rengi hakkında. Öğretmen beni çocuğun yerine, onu da benim yerime geçirdi, bana nesnenin rengini sordu. "Beyaz!" cevabını vermek zorundaydım; çünkü belli ki nesnenin bir tarafı beyaz, diğer tarafı siyahtı.
HİÇBİRŞEY TAM SİYAH VEYA TAM BEYAZ DEĞİLDİR. GRİ İSE İKİSİNİN KARIŞIMIDIR.

10 Mayıs 2011 Salı

MERHABA

Hayat kısa gelen bir battaniye gibidir. Yukarı çekersin ayakların isyan eder, aşağı çekersin omuzların titrer. Ama yaşamayı bilenler ayaklarını karınlarına çekerek de olsa rahat bir uyku uyumayı becerirler.